SULTAN NEVRUZ

SULTAN NEVRUZ

Nevruz; Farsça bir kelime olup “Yeni Gün” anlamına gelmektedir. Rumi takvime göre Mart’ın 9’u, Miladi takvime göre ise Mart’ın 21’inci gününe rastlamaktadır. İlkbaharın ilk günüdür Nevruz. Bu gün gece ile gündüz eşitlenir. Nevruz’da tüm tabiat yeniden canlanır, kış uykusuna yatan tüm canlılar yeraltından yeryüzüne çıkar ve yeni bir hayat başlar. Nevruz; yeniden canlanmaya başlayan doğanın insanlara sunduğu bolluğu, bereketi, sevgiyi, kardeşliği, paylaşmayı ve dostluğu simgeler. Toprak ananın tekrar nefes alarak yeşerdiği ve dirilişin tekrar başladığı gündür Nevruz.
Yeni gün yeni başlangıçtır. Yani eskinin bittiği, zamanını doldurup öldüğü ve eskiden farklı olan, ondan daha ileri seviyedeki, daha tekâmül etmiş yeninin doğduğu gündür.
Her kültür, kendisinden sonraki kültürlere bir miras bırakır. Bu miras zaman içerisinde değişime uğrasa da öz değişmez. “Sultanı Nevruz”, “Nevruz Sultan”, “Mart Dokuzu” gibi adlarla bilinen nevruz, gelenekleriyle Orta Asya, Orta Doğu, İran, Anadolu, Balkanlar gibi oldukça geniş bir coğrafyada ve birçok topluluk tarafından kutlanmaktadır.
Nevruz kimi topluluklarda dünyanın yaratıldığı gün, kimilerinde Nuh Peygamber’in karaya ayak bastığı gün, kimilerinde ise ilk insanın yaratıldığı gün olarak kutlanır. Kimi topluluklarda gece ile gündüzün eşitlendiği baharın müjdecisi, kimilerinde yeni yılın başlangıcı olarak yeniden doğuşu simgeleyen bu bayram, insanlar için geleceğe dair yeni umutların canlandığı gündür. Bu yönüyle dünyada tek ve özgün olan Nevruz, özlemi duyulan bütün güzelliklerin sembolüdür.
Bütün Avrasya coğrafyasında neşeyle kutlanan, gönüllerin geleceğe yönelik neşe, mutluluk ve ümitle dolduğu bu özel günde, kederli olmak, küskün olmak ayıp ve suç olarak kabul edilir.
Kışın bitmesiyle yeniden canlanan turâbın yani toprağın hayat bulması, canlanması, bütün bereketi ve verimliliği ile hayatı yeniden doğurmasıdır nevruz. Bu nedenle nevruzda kutladığımız, yeniden doğuştur bir anlamda. Doğuş nerede olmaktadır, toprakta yani turâbda. Turâb, anadır, doğurandır, var edendir, yaratıcıdır, yaratılışın başladığı yerdir.
“O’nun kudret nişanlarından biri şudur ki, sizi topraktan yaratmıştır. Bundan sonra da siz hemen beşer olup yeryüzüne dağıldınız.” (Rum-20) ayetinde de belirtildiği gibi beşerin aslı topraktır. Yaradan burada insan oldunuz demiyor, beşer oldunuz diyor. Bu beşerin insan olması için neye ihtiyacı var. Bir babadan eğitim alıp, terbiye olup, belli bir mertebe kat etmesi gerekir ki insan mertebesine varabilsin. Bu baba kimdir? Muhammed Mustafa “Kum ya Eba Turâb” yani “kalk ey toprağın babası” hitabıyla bunu açıkça belirtmiştir. Bu hitap İmam Ali’yedir. Yani toprağın babası İmam Ali’dir ve bu bizzat Muhammed Mustafa tarafından vurgulanmıştır.
Yine Muhammed Mustafa; “Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır, bana gelmek isteyen kapıya gelsin” diye buyurmaktadır. “…Ben, kupkuru bir çamurdan, değişken, cıvık balçıktan bir insan yaratacağım… Onu, amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp öz ruhumdan içine üflediğim zaman…” (Hicr-28, 29) ayeti gereği amaçlanan düzgünlüğe erişmiş; “Ve Âdem’e isimlerin tümünü öğretti.” (Bakara-31) ayeti gereği de bütün ilimlere vakıf olan, ruhundan üflediği insan İlim şehrine girebilir. Bu da Ali kapısına gelmekle olur.
Ali kapısına gelebilmek için beşerin ölmeden evvel ölüp yeniden doğması gerekir. Yani nevruzuna, yeni gününe ulaşması, başlaması gerekir. Ali Eba Turâb’dır. Turâb yani toprak dört kapı kırk makamda “Sırrı Hakikat” kapısının sembolüdür. Yani hakikatin sırrı Ali’dedir. İmam Ali, Muhammed Mustafa’nın dolayısı ile Hakkın sırrının sırrına vakıf olandır.
Ali aynı zamanda Allah’ın doksan dokuz “Esma-ül Hüsna’sından” yani güzel isminden biridir. Anlamı “Yüce, ulu, makam olarak en yüksekte olan” demektir. Allah lafzı hariç diğer bütün isimler “Ali” isminden doğmuştur. Toprağın canlanması demek, Ali’nin Ali ile hayat bulması, doğması demektir. Bu nedenle Nevruz, İmam Ali’nin doğum günü olarak kabul edilir.
Beşerin, insan mertebesine varması için, ölmeden evvel ölüp yeniden doğması gerekir. Bu doğuş pirden doğuştur. Beşer, aslına dönmek, özüne varmak için yönünü Ali kapısına çevirip, çaba gösterir, gayret eder ve belli bir mertebeye ulaşırsa kendini Pirinden yeniden doğurur. Bunun için, kışın toprakta donmuş vaziyette bulunan tohum misali buzunun çözülmesi, onu canlandıracak bahar güneşi ile buluşması, bahar yağmurları ile beslenmesi gerekir ki hayat bulabilsin. Beşer de pirinden alacağı feyzle, İlahi aşk ateşinde yanmalı, pirin muhabbetiyle beslenmeli ki hayat bulabilsin. İçinde ki insan tohumu filizlenip canlansın.
Tohum ağaca dönüşünce artık onun tohumluğundan eser kalmaz, yepyeni bir hayata başlar. Kökleri toprakta başı arşı alaya doğru yükselir. Hakka doğru gider. Tohumluğundan eser kalmaz ama kendinden binlerce tohum doğurur.
Beşer de böyledir. Pirinden yeniden doğduktan sonra eski halinden eser kalmaz. Artık kendisi de doğurmaya başlar Yaradan’ın nasip ettiğince. Pir, hakikatin sırrını öğretendir. Görünürde farklı farklı olsa da özünde birdir. O’da hakikatin sırrının sırrına vakıf olan İmam Ali’dir. O yüzden nevruz yani yeni gün İmam Ali ile başlar.
İnsan mertebesine ermek demek, canın canana kavuşması demektir. Bu nedenle İmam Ali ile Fatıma ananın evlendiği günde Nevruz’dur. Yani âşık maşukuna kavuşmuş, gönüllere bahar gelmiş, yeni bir gün, yeni bir hayat başlamıştır. Aynı sebeplerle, dünyanın yaratıldığı gün, Nuh’un kurtuluşa erdiği gün gibi bütün yeni başlangıçlar Nevruz olarak kabul edilir.
Tarihi kaynaklara bakıldığında da İmam Ali’nin doğum gününün 21 Mart gününe gelme olasılığı çok yüksektir. Ancak unutmamak gerekir ki bu İmam Ali’nin, Ebu Talib’in oğlu olarak zahiren dünyaya geldiği gündür. Oysa Muhammed Mustafa “Ya Ali sen bütün peygamberler ile batınen benimle zahiren geldin” diyerek İmam Ali’nin sırrına işaret etmektedir. Yaradan’ın farka gelmek istediği zaman kendi nurundan var ettiği Nur-u Ahmedi, Muhammed-Ali nurudur. Ve âlemler bu nurun hürmeti hakkı için yine bu nurdan var edilmiştir. Yani İmam Ali âlemler var olmadan evvel Muhammed Mustafa ile birlikte var olandır.
İmam Ali’nin zahiri olarak bu âleme teşrifi de hikmetlerle doludur. Bilindiği gibi İmam Ali Kâbe’nin içinde doğmuştur. Kâbe’nin içinde doğan ilk ve tek insandır. Annesi Esed Kızı Fatıma, Kâbe’yi tavaf ederken sancısı tutar. Doğum yapacak yer ararken ilahi hikmetin tecellisi ile bir şekilde Kâbe’nin içine girer, orada doğum yapar. Birçok söylenceye göre oradan üç gün sonra çıkar.
İmam Ali doğduğu günden itibaren Muhammed Mustafa’nın yanında ve onun gözetiminde büyümüş, Muhammed Mustafa yaşadığı sürece ondan hiç ayrılmamıştır. İmam Ali yaşamı boyunca hiçbir zaman puta tapmamıştır. Doğduğu günden itibaren bütün hayatını tam bir fazilet sembolü olarak yaşamıştır. Muhammed Mustafa’nın peygamberliğini duyduğu andan itibaren, küçük yaşına rağmen hiç tereddütsüz kabul etmiş, tam bir sadakatle ve tereddütsüz şekilde iman etmiş, bütün hayatı boyunca da bu imanında en küçük bir tereddüt yaşamamıştır.
Muhammed Mustafa, Mekke’den Medine’ye göç edeceği gece, o gece kendisini öldürmeyi planlayan düşmanlarını yanıltması ve kendisine zaman kazandırması için İmam Ali’den kendi hırkasını giyerek kendi yatağına yatmasını ister. Şeksiz, şüphesiz inanmışlığın sembolü İmam Ali, hiç tereddüt etmeden peygamberin hırkasını giyinerek ölmek üzere Hazreti Muhammed’in yatağına yatar. Bu yatış öylesine bir teslimiyetle yapılmıştır ki Muhammed Mustafa’yı öldürmek üzere baskın yapanlar, İmam Ali’yi yatakta uyurken bulurlar.
Hazreti Muhammed Gadir Hum’da Kuran’ı Kerim’in “Ey resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan onun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah, küfre batmış topluluğa kılavuzluk etmez.” (Maide-67) ayeti üzerine 16 Mart 632 tarihinde Hz. Ali’yi kendi yerine veli ve vasi olarak tayin etmiş ve burada kendisiyle birlikte Kâbe’yi ziyaret eden yaklaşık 120 ila 140 bin kişiden İmam Ali’ye biat almıştır. Bu aynı zamanda Nübüvvet devrinin bitişinin ve Velayet devrinin başlamasının da ilanıdır. İnsanlığın inançsal yaşamında yeni bir dönemin başlangıcı olması nedeniyle bu olayda Nevruz’la ilişkilendirilmiştir.
İmam Ali’nin velayetinin ilanı üzerine Yaradan “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı/Allah’a teslim olmayı seçtim.” (Maide-3) ayeti ile dinin tamamlandığını bildirmiştir. Bundan sonra artık yeni bir peygamber gelmeyecek, insanları irşat etme görevi Hz. Muhammed’in Kevser suresi ile müjdelenen soyundan gelen İmam Ali ve O’nun evlatları tarafından yerine getirilecektir. Âdem Safiyullah’tan Muhammed Mustafa’ya kadar 124 bin peygamber vasıtası ile on binlerce yılda peyder pey insanlığa tebliğ edilen Yüce Allah’ın dini İslam’ın tamamlanması İmam Ali’nin velayetinin ilanı ile olmuştur.
İmam Ali’nin Velayeti’nin ilanı beşeri bir duygu ile değil, tamamen Yaradan’ın emri ile olmuştur. Muhammed Mustafa’nın böylesine önemli bir konuda sırf amcasının oğlu ve damadı olduğu için İmam Ali’yi kayırmış olduğunu söylemek abestir, peygambere saygısızlıktır.
İmam Ali’nin hem batıni hem zahiri sırlarına vakıf olmak, ancak insan mertebesine ulaşmakla mümkün olabilir. Yönünü hakikate çevirmiş, ilim şehrine girmeye niyetli her canın, mutlaka ilim kapısı olan İmam Ali’ye ulaşması gerekmektedir.
Hazreti Muhammed, “Ali’yi seven beni sever, beni seven Allah’ı sever” diyerek İmam Ali’yi sevmenin önemine dikkat çekmiştir. O’nu sevmek, dindir, imandır. Kendisi de zulme uğramış bir mazlum olan İmam Ali, bütün hayatı boyunca zalimin karşısında, mazlumun yanında yer almıştır.
O, seçilmişlerdendir.
O, Allah’ın rızasını kazanmış Aliyyül Murteza’dır.
O, evveldir, ahirdir, batındır, zahirdir, candır, canandır, dindir, imandır.
Hazreti Ali, üçüncü halife Osman’dan sonra dört yıl dokuz ay halifelik yapmıştır. Emevilerin bütün yıkıcı muhalefetine karşın, hilafeti sırasında İslami ilkelere uygun, adil bir yönetim sergilemiştir. Bu tutumu İslam’ı yürekten benimseyenler tarafından memnuniyetle karşılanmış, içlerinde Ehli Beyt ve Ali sevgisinin oluşmasına neden olmuştur. Ancak diğer taraftan menfaatlerini her şeyin üstünde tutan ve önceki halifeler döneminde devletin bütün imkânlarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanan, amiyane tabirler devlet hazinesini hortumlayan kesimlerde de düşmanlık duyguları oluşmuştur.
İmam Ali, halifeliği döneminde dini Muhammedi çizgiye çekmek için var gücü ile çalışmıştır. İslam toplumunda ki ilk bilimsel çalışmalar İmam Ali’nin halifeliği döneminde başlamıştır. Bu amaçla Hazreti Ali bugünkü işlevi bakımından bilim bakanlığı niteliğinde bir kurum oluşturmuştur. Bu dönemde ayrıca yeni hukuki düzenlemeler yapılmış, hırsızlık suçu işleyenlere uygulanan el kesme cezası İmam Ali tarafından yasaklanmıştır. Diğer üç halife döneminde hiçbir tehlike söz konusu olmadığı halde sırf ganimet için komşu ülkelere yapılan saldırılar İmam Ali döneminde kesilmiştir. İmam Ali, Muhammed Mustafa gibi hayatı boyunca, İslam toplumunun yaşamı tehlikede olmadığı sürece asla savaşmamıştır.
İmam Ali’ye duyulan sevgi ve bağlılık, Alevi yolunun özüdür, temelidir. Bu sevgi “Ali’yi sevmek Alevilikse bende Aleviyim” söylemindeki yavan, felsefi özden yoksun, şekilci, çıkarcı, gönülden gelmeyen, sadece dilden çıkan cinsten riyakâr bir sevgi değildir. Ali’yi sevmek, Ali gibi yaşamak demektir. Ali’yi sevmek, ona talip olabilmektir. Ölmeden önce ölmek, ikrar vermek, verilen ikrarın sırrına erebilmektir. Ali’yi sevmek bin kere mazlum olsan da bir kere zalim olmamaktır. Eline, diline, beline sahip olmaktır. Bu yolda varlığından geçip, Hakla Hakk olmak, Hakk’ta eriyip, baktığın her yerde, her şeyde Hakkı görmektir.
Hayatı boyunca Adaletten yana olan İmam Ali, can yoldaşı olan Hz. Muhammed’in İkrarından asla dönmemiş ve son nefesine kadar doğruluktan ayrılmamıştır.
İmam Ali 26 Ocak 661 (19 Ramazan 40) Salı günü 63 Yaşında evinin bahçe kapısından çıkarken İbni Mülcem’in saldırısına uğrar ve aldığı kılıç darbesi ile başından yaralanır. Ancak kılıç zehirlidir ve zehrin etkisi ile 28 Ocak 661 (21 Ramazan 40) Perşembe günü şehit olur.
Ali ve evlatlarının, Emeviler’in, Arap ırkçılığı ile Müslümanları Arap ve Mevali biçiminde bölme çabalarına ve yönetimdeki adaletsizliklerine cesurca karşı çıkmaları, Arap olmayan halklar arasında saygınlığının artmasına neden olmuştur. Ehli Beyt, İslam’ın cahiliye dönemi Arap uygulamaları ile kirletilmesine karşı çıktığı için Araplar içinde Yaşama şansı bulamamış ve Arap olmayan halklar arasına sığınmak zorunda kalmıştır. Bu durum, Ali taraftarlığına duyulan ilginin genişlemesiyle kalmamış; onun içerikçe renklenip güçlenmesine de yol açmıştır.
Arap ırkçılığı yerine Muhemmedi bir öğretiyle bütün insanlığın birliğini esas alan yeni ve ileri bir anlayışın, hoşgörünün, barış, sevgi ve dostluğun yolu daha da genişleyip güzelleşmiştir. Ali adıyla başlayan bu inanç ve kültür sistemi, “zaman size uymaz, siz zamana uyun” düsturu doğrultusunda tarihin akışına paralel olarak ve çoğu zaman onun da önünde, gelişip ilerlemenin yolunu bulmuştur. İnanç sistemi ile sosyal ve siyasal mücadelesini birleştirerek, değişime ve gelişmeye açık bir yapılanmayı gerçekleştirmiştir. Engin hoşgörü ve evrensel değerlere duyulan bu saygı, Nevruz ve onun gibi daha pek çok değerin, Alevilikte yer bulmasına, onun renklenip zenginleşmesine katkı sağlamıştır.
Aleviler arasında yaygın olan inanca göre, bu gece yarısından sonra, ağaçlar ve diğer varlıklar secdeye gelir. Derelerde su yerine süt akar. Kim o sırada suya girip yıkanır ve o secde anını görürse, onun masum ve temiz olduğuna ve dileklerinin gerçekleşeceğine, o yılın ona iyilik, güzellik, sağlık, bolluk, bereket getireceğine inanılır. Bu yüzdendir ki, ağırlıkla Tunceli, Erzincan, Sivas gibi yörelerde, kimi canlar, bu gecede suların soğukluğuna aldırış etmeden derelere koşup yıkanırlar.
Nevruz günü cemlerimizde su yerine süt veririz. Süt, yeni doğan bir canlıyı hayatta tutabilmek, onu beslemek, gelişimini sağlamak üzere verilen kâmil besindir. Süt, bir anneden yeni doğmuş yavrusunu beslemek amacıyla çıkar. Yaradan “Bütün canlıları sudan yarattık” (Enbiya-30) diye buyurmaktadır. Su’dan yaratılan canı, besleyen ve büyütendir süt. Anne yavrusuna sütüyle birlikte sevgisini ve şefkatini de verir. Bu anlamda süt, anneliğin, sevginin, şefkatin, merhametin, fedakârlığın, besleyiciliğin, yetiştirmenin, vericiliğin sembolüdür.
Süt beyazdır. Beyaz saflık ve temizliğin sembolüdür. Süt aynı zamanda ilmi de temsil eder. Tasavvufta pir anadır, talip evlattır. Pir talibini saf ve temiz ilimle besler, büyütür, onun gelişmesini ve insan olarak doğmasını sağlar. Talibin pirinden aldığı ilim, ahlak, edeb, marifet, feyz, pirinden süt emmesi olarak ifade edilir. Yine bu nedenledir ki bir pire bağlı taliplere kardeş anlamına gelen “ihvan” denir. Aynı mürşidin manevi sütünden beslenenler kardeştir. Pir kimdir? Pir, İmam Ali’nin neslinden ve onun sırrıdır. Öyleyse Pir Ali’dir. Pir’den öğrenilen ilim Ali ilmi, ahlak Ali ahlakı, edeb Ali edebi, marifet Ali marifeti, feyz Ali feyzidir.
Nevruz’da süt içmek, İmam Ali’nin sırlarına vakıf olma isteğinin tezahürüdür. İmam Ali, Muhammed Mustafa’nın gözetimi altında onun manevi sütü ile beslenmiş, büyümüş, hayat bulmuştur. Bütün insanlık ta İmam Ali’nin manevi sütünden hayat bulacaktır.
Yüce Allah bizleri Şah-ı Merdan Ali’nin himmetinden mahrum etmesin. Gönüllerimizi o yüce zatın gönlü gibi Allah sevgisi ile doldursun. Hep birlikte nice Nevruz’larda birlikte olmamızı nasip eylesin. On iki imamların ve hizmet sahiplerinin hayır himmetleri üzerimizde hazır ve nazır olsun. Ulu yaradan ibadetlerimizi, dualarımızı Muhammed-Ali aşkına ulu divanda kabul eylesin. Birliğimizi, beraberliğimizi daim eylesin.

 

Etiketler