Mürşit-Pir-Rehber-Talip İlişkisi

Mürşit-Pir-Rehber-Talip İlişkisi

Alevilikte Evlad-ı Resul, Seyyid-i Saadet olan, yani İmam Hüseyin vasıtasıyla İmam Ali’nin dolayısı ile Muhammed Mustafa’nın soyundan gelen ve talibe yolda kılavuzluk eden, yolun gereklerini anlatan, taliplerinin sorgu sualini yapan, ikrar veren, ikrar alan, inançla ilgili her türlü hizmeti Muhammed Mustafa, Aliyyel Murteza ve Hüseyin-i Kerbela adına yapanlara sahip olduğu yetkiye göre Mürşit, Pir, Rehber denir.

Biz Aleviler kent yaşamında yerimizi aldıktan sonra Mürşit, Pir, Rehber üçlüsünü kapsayacak şekilde “Dede” tabirini kullanmaya başladık. Neden böyle bir ihtiyaç oldu. Köylerde her kesin kendi Mürşidi, Piri, Rehberi gelir, taliplerde onlara bu sıfatları ile yani Mürşidim, Pirim, Rehberim diye hitap ederlerdi. Bunların dışında da köye kolay kolay başka Mürşit, Pir gelmezdi, gelenlere de yine kendi sıfatları ile hitap edilirdi. Ama şehir yerinde hep bir arada yaşıyoruz. Taliplerin kendi Mürşidi, Piri, Rehberi olmayan ancak Evlad-ı Resul, Seyidi Saadet soyundan gelenlere, onların bu niteliklerini vurgulamak, hitaplarında bir saygısızlık ve hataya sebebiyet vermemek adına hepsini kapsayacak şekilde “Dede” tabirini kullanmak zorunda kaldık.

Bu nedenle dede tabiri kullanıldığında bilinmelidir ki Mürşit, Pir, Rehber üçlüsü kastedilmektedir. Ancak her talip kendi Mürşidine, Pirine, Rehberine, Mürşidim, Pirim, Rehberim diye hitap etmelidir.

İşin inceliğini bilmeyen veya tüm iyi niyetine rağmen bu inceliği fark etmeyenlerce Mürşit, Pir, Rehber için İnanç Önderi tabiri kullanılmaktadır. Bu şekilde isimlendirme Alevi inanç ve felsefesine uymayan bir isimlendirmedir. Hele bunu birde bu hizmetleri yapan Mürşitler, Pirler, Rehberler kullanınca tam bir benlik olmakta, buram buram kibir kokmaktadır. Bu nedenle hiçbir dedenin böyle bir tabiri kullanması uygun değildir.

Bizim inancımız öyle bir inançtır ki, Hak’ka yönelişte dünyaya ait hiçbir sıfatı kabul etmez. Muhammed Mustafa’yı bile Kırklar Cem’ine sırf bu dünyaya ait bir sıfat olduğu için Peygamberlik sıfatıyla almayan bir inancın mensuplarının kendilerini bu şekilde tanıtmaları cahillikten başka bir şey olmasa gerektir.

Bir inancın bir tane önderi olur. Her önüne gelen kendini bu sıfatla tanıtırsa o zaman kendince bir inanç icat etme yetkisini de kendisinde görmüş olur. Bu nedenle Mürşit, Pir, Rehber inanç önderi değil, bu yolun hizmetkârıdır.

Bu yolun bir tek önderi vardır, o da Muhammed Mustafa’dır. Çünkü bizim inancımız yolumuzdur. O Muhammed Mustafa ki, O bile Kırklar Cem’ine Peygamber sıfatı ile değil Hadim-ül Fukara (Fakirlerin hizmetkârı) olarak girmiştir.

İmam Ali de “yol evladımın başı benim evladıma bağlıdır, benim evladımın başı bana bağlıdır, benim başım yola bağlıdır, yol cümleden uludur” diyerek kendisinin de yola bağlı olduğunu söylemektedir. Bu yolun kurucuları Muhammed Mustafa ile Aliyyel Murteza bile kendilerini bu yolun hizmetkârları olarak tanıtıyorsa bizim kendimizi inanç önderi olarak tanımlamamız en basit deyimle haddimizi aşmaktır.

Günümüz koşullarında bu yola yapılabilecek en önemli hizmetlerden biri de bu yolun gelecek kuşaklara aktarılmasını sağlamaktır. Bu anlamda bu yolun hizmetkârları olan Mürşit, Pir, Rehberler bilgi, birikim ve bu inancın gereklerini gelecek kuşaklara taşıyacak niteliklere sahip olmalıdır. Alevi yolu, ilim ve şecaati ile kendini ispatlamış, Ahlak ve şeref abidesi olan Ehlibeytin yoludur.

İnancımızda halka hizmet, Hak’ka hizmettir. Bu nedenle Dede’nin bir yüzü Hak’ta diğer yüzü halktadır. Dede, hizmette himmeti bulacaktır. Alevilikte Talip, Rehber, Pir, Mürşit silsilesi vardır. En üst makam mürşitlik makamıdır. Ama her mürşidin de mutlaka Rehberi, Piri ve Mürşidi vardır. Yani Alevilikteki hiyerarşik sistem piramit şeklinde değil, çember şeklindedir.

Dede, Hak yolunun hizmetçisidir. Hak yoluna hizmet halka hizmet demektir. Dede makamında oturan kişi halka hizmet etmiyorsa veya bu hizmeti yaparken benliğini öne çıkarıyorsa yani benliğini yenememişse dedeliğinin ciddi anlamda sorgulanması gerekir.

Bu sorgulamayı da herkesten önce kendi kendine yapmalıdır. Çünkü el gövdede kaşınan yeri bilir. Herkes en iyi kendini bilir. Hizmetlerinde, davranışlarında, düşüncelerinde en ufakta olsa benlik hissediyorsa, egosu ön plana çıkıyorsa, kıskançlık, çekememezlik gibi duygulardan eser varsa, bunlardan arınıncaya kadar dedelik hizmetinden elini çekmelidir.

Hele hele iki bilgi kırıntısı ile kendine büyüklük getirmek kabul edilemez. Dede yolun turabı olabilirse ne mutlu ona.

Dedelik, Muhammed Mustafa, Aliyyel Murteza, Hüseyin-i Kerbela’nın yolunu sürmektir. Onların temsilcisi olan ve onların manevi zenginliklerinin varisi sayılan dedelerin; elbette yüceltici, erdirici ve yol gösterici olması gerekir.

Çünkü dede olmak demek; Resulullah ve Ehl-i Beyt’inin değerler bütününde dirilmek demektir. Onların ahlaksal değerleriyle bezenmektir. Onların hayatlarına baktığımızda da benlikten, kibirden, kendini beğenmişlikten eser bulamazsınız.

Hepsi Hak yolunda büyük bir tevazu ve alçak gönüllülükle hizmet etmişlerdir. Bu yolda turab olmayı başarmış ve bunu yaşam şekilleriyle bütün insanlığa göstermişlerdir.

Evladı Resul olmak demek soyla övünmek demek değildir. Evladı Resul olmak, o yüce soya mensup olmanın sorumluluğunu bütün ağırlığı ile üzerinde hissetmektir. Bu nedenle bir Evladı Resulün mensup olduğu soydan dolayı kendini veya kendine pay çıkarırcasına soyunu övmesi, ceddinin yaptıklarını kendisine kibirlenerek övünme kaynağı yapması son derece yanlıştır.

Rıza Eren Dede’ye bir gün eskilerle ilgili şahit olduğu veya birinci ağızdan duyduğu güzellikleri anlatması istediğinde verdiği cevap tam bir derstir. Rıza Eren Dede; “Onlar kendi hayatlarını, kendi inançlarını yaşadı gittiler.

O onların hayatıydı, biz asıl kendimize bakalım, biz ne yapıyoruz, nasıl yaşıyoruz.” der. Bir cümlelik bu ders bütün dedeler tarafından hayat düsturu yapılması gereken, anlayabilene gerçekten de müthiş bir derstir.

Bazen kendimize pay çıkarmak niyetimiz olmadan olsa bile, dedelerimizle ilgili bir şeyler anlattığımızda karşımızdaki kişi bunda bir kibir algılayabilir. Onların yaptıklarını elbette bileceğiz, bundan kendimize ders çıkaracağız, onların o güzel hallerine biz neden ulaşamıyoruz diye kendimizi sorgulayacağız, ama kibirlenmek gibi bir hataya asla düşmeyeceğiz. Rıza dedenin de dediği gibi onlar kendi yaşamlarını yaşadılar, asıl biz ne yapıyoruz, nasıl yaşıyoruz ona bakacağız.

Hele hele dedelerin mensup olduğu soyla övünmesi, hem kibir göstergesi, hem de insanların tepkisini çekecek tam anlamı ile gereksiz bir davranıştır. Çünkü bu yola gönül vermiş kişiler zaten o güzel soyun yüceliklerinin farkındadır, diğerleri için ise anlamsız ve itici bir iddiadır. Birçok kişide olumsuz ön yargıların oluşmasına neden olabilecek anlamsız bir söz kalabalığı olur.

Yaradan’a varışın ve yola girişin adı teslimiyettir. Teslim olmanın koşulu bilmektir. Bilmenin yolu da bir erdirici mürşide, pire bağlanmaktır. Onun eteğinden el tutmaktır. Fetih Suresinin 10’uncu ayeti; “O seninle el tutuşup sözleşenler var ya, onlar gerçekte Allah ile bey’atleşiyorlar. Allah’ın eli onların ellerinin üstündedir. Kim ahdi bozar, döneklik ederse kendi aleyhine döneklik etmiş olur. Ve kim Allah’a verdiği sözde vefalı davranırsa, Allah ona büyük bir ödül verecektir.” denilmektedir. Biat, Alevilikte ikrardır, yani Mürşidin, Pirin huzurunda Allah’a söz vermektir. Allah’a verilen sözden de dönüş olmaz.

İkrar vererek mürşide, pire teslim olan kişi, aynı zamanda onun kişiliğinde Hz. Peygambere teslim olmuş gibidir. Çünkü dede, peygamber vekilidir. Gerçek anlamda bir Mürşide, Pire bağlanmak da “ölmeden evvel ölmektir.” Diğer bir deyişle Mürşidinden, Pirinden yeniden doğmaktır.

Dede, Evladı Resul, Seyyid-i Saadet olmalıdır. İmam Cafer-i Sadık Buyruğunda bu durum şöyle anlatılmaktadır: “O zamandan bugüne kadar, şeriat, tarikat, marifet, hakikat, pirlik ve secde Muhammed – Ali’den kaldı. O sebepten, evladı Resul’den gayrisine pirlik etmek ve talip olmak caiz değildir.

Yediği, içtiği haramdır. Tarikat ve hakikat döneğidir. Hem irşadı, biati ve tövbesi makbul değildir. Çünkü Evladı Resul’den biati yoktur. Sermayesiz kalmıştır. Onun aslı asla yoktur. Ol kimse On İki İmam dergâhından nasipsizdir.

         Şimdi Şah evladı ve nesli olmayan kimseye, pirlik etmek caiz değildir. Evlad-ı Muhammed – Ali’den ola ki pirliği caiz (makbul) ola. İlmi ile iş yapa. Dört Kapı Kırk Makamdan, on iki erkândan, on yedi kemerbestten, üç sünnetten, yedi farzdan, bir şarttan, ilmi ledün (tanrısal) den haberdar ola. Ve tarikat ile otura, dura ki, hakikat ile yola vara ki, pirliği caiz ola. Çünkü talip ve yol mürşidindir.

         Ve mürşit; cihanda serseri gezip de, ahreti harap eyleyip de mayaya Muhammed Ali’den konulan soyu bozulmaya.”

Kenan Rifai; “Yüzünü görmek için bile bir aynaya muhtaç olan insan, iç yüzünü görmek için, gönlü Hak’la cilalanmış bir rehbere nasıl muhtaç olmaz?” demektedir.

Alevi yolunun amacı bütün canların İnsan-ı Kamil mertebesine yükselmesini sağlamaktır. İnsan-ı Kamil olmak, insanın kendi öz nefsinde, beşeriyetten Ulûhiyet’e yani Hakka doğru, Yaradan’a doğru yaptığı yolculuktur. Buna seyr-i sülûk denir. Bunun içinde bir yol göstericiye, yani bir Mürşide, Pire ihtiyaç vardır. Mürşidin, Pirin de yol gösterici olabilmesi için kâmil insanın özelliklerine sahip olması gerekir.

Kâmil insanın en belirgin özellikleri, Peygamberlerde de zuhur etmiş ilahi sıfatların bütünüdür. Bunları şöyle açıklayabiliriz:

Hz. Âdem “Safiyullah’tır. Yani saf ve tertemizdir. Arınmış olarak gelmiş, eline, diline, beline hâkim bir insandır. Onun nefsinden emin olunur.

Hz. Nuh “Naciyullah”tır. Yani kurtuluşa ve huzura kavuşmuş, putlarından arınmıştır. “Fırka-i Naciye” deyimi buradan gelir, Nuh’un gemisine binen kurtulur.

Hz. İbrahim Halilullah’tır. Yani sadık dosttur. O insanla dostluk yapılabilir, maddi ve manevi olarak ona güvenilebilir. Bu insan aynı zamanda ilahi bir dosttur. İlahi dost derken, sadece dinin dış manasında kastedileni anlamak doğru değil. Onun birde iç manası, irfaniyet ve zevk manası vardır.

Bu iç manada o insanın Allah’tan başka kimseye boyun eğmediğini bütün kâinatla bir bütün, bir vücut olduğunu ve sevgisiyle şefkatiyle, evreni kapladığını anlamak icap eder. Böyle bir insanla dost olmak, yani bu hâle bürünmek o dostluk libasını giyinmektir.

Hz. Musa “Kelimullah’tır. Yani ilim sahibidir. Kelâmı bilen, ilim sahibi olan bir insandır. İlim sahibi olmayan, boş sözlerle insanları meşgul eden kişiye mürşit diyemeyiz. İlim; yol göstericiliğin, yani tasavvufun kelâma getirilmesinde olmazsa olmaz bir ilkedir. İlmin özünü, hâlini, ruhaniyetini giyinmek gerekir. İlim yoluyla öğrendiklerini yaşamında uygulamalı, ilmini hale çevirebilmelidir.

Hz. İsa “Ruhullah”tır. Yani konuştuğu sözün ruhunu giyinmiş, ilminin hâli, ruhu onda mevcut, o hâle bürünmüştür. Kuran-ı Kerim’de açıkça “İsa Mesih”tir, Allah onu Rûh-ül Kudüs’le desteklemiştir” deniyor. Ve başka bir ayette de kendisinden “Ruhullah” diye söz ediliyor.

Dolayısıyla İsa’nın Ruhullah olması Kur’an-ı Kerim kaynaklıdır. Bu nitelikler yalnızca İsa, Musa, İbrahim, Âdem için söylenmemiştir. Allah dostlarında da ortaya çıkmış olan bu vasıflar, insan-ı kâmil olma yolunda giyinilmesi gereken sıfatlardır.

İsa Ruhullah’tır dendiğinde, ilmini kelâmında, dostluğunu ve safiyetini de kendinde oluşturduktan sonra, sözünü o hâl ile Ruh-ül Kudüs biçiminde, karşısındaki insana aktarabilecek, haliyle bilgisini aynı anda verebilecek bir düzeye gelmiş demektir.

Hz. Muhammed “Habibullah’tır. Yani sevgilidir. Hubullah; Allah sevgisidir. Bu sevgi hiçbir beklentinin olmadığı, salt şefkat, merhamet ve öz sevgidir. O yüzden; “Muhammed Habibullah’tır” kavramıyla bu süreç kemal noktasına ulaşır. Bu nitelikler bir Mürşid-i Kâmilin işaretleridir.

İnsan-ı Kamil; safiyetiyle, irfaniyetiyle, aşkıyla, menfaatsiz, riyasız, dürüst ve saygılı, olgunlaşmış insanın adıdır. İlahi sıfatları kendinde tecelli ettirendir. “Tanrı, yeryüzünde halife yaratacağım dedi ve insanı halk etti” ayetinin gerçeklemesidir.

Hz. İmam Ali; kendini fetheden, kendini bilendir. Dede de kendini fethedip, kendini bilen olmalıdır.

Dedenin de vasıfları böyle olmalıdır. Toparlayıcı, birleyici olmalıdır. Yani gerçek bir benzetmeyle, Deniz gibi olmalıdır. Bütün sular, dört bir yandan akıp denize ulaşırlar veya denize ulaşma gayretindedirler. İşte dede de böyle toparlayıcı, yönlendirici, birleyici ve arıtıcı olmalıdır.

Deniz kirli suları da alır ve duru yapar. Dede de deniz gibi olmalıdır. Olabilmesi için de “İnsan-ı Kamil” vasfını kazanmalıdır. İnsan-ı kâmil ise, yeryüzünde Allah’ın halifesidir.

İmam Cafer Sadık Hazretleri buyurur ki: “Pir olan kimseler kâmil olalar. Dört kapı nedir, bileler. Çünkü kemâlet sahibi ol kimselerdir ki; şeriatta, tarikatta, marifette ve sırrı hakikatte, her bir hal ile bulunmak gerektir ki, ikrarı caiz ola.”

Kur’an-ı Kerim; “Ona varmaya vesile arayın.” (Maide 35) diyor. Yani; Beni bulmuş kullarım vardır. Bana varmak dilerseniz onları izleyin. Onlar; size vesile olup, bana ulaştırır. Yol gösterici olan dede’dir.

Dede, bir silsile ile Hz. Peygamber’e ulaşmalıdır. O halde, ruhsal terbiye görmemiş kişi, mertebesi ne olursa olsun, tasavvufi manada dede sayılamaz. Çünkü dedeliğin temel vasıflarından olan “Peygamber’e varis olma” keyfiyeti, ancak silsile sayesinde mümkündür. Alevilik, dede olmak için soy bağını, olmazsa olmaz koşul olarak kabullenmiştir.

Peygamberin yolunu sürüp, yaşamak ve yaşatmak şartıyla Resul evladı, kıyamet gününe kadar var olacaktır; yani dedelerin soyu devam edecektir.

Hz. İmam Ali: “O’nun soyu, sırrına sahiptir. O’nun, buyruğu onlardan öğrenilir. Bilgisinin heybesidir onlar; kitaplarının konduğu, korunduğu yerdir onlar; dinin dağlarıdır onlar; dinin beli bükülürse onlarla doğrulur; eli ayağı titrerse onlarla dincelir, dertten kurtulur.”

         “Bu ümmetten hiç kimse Hz. Muhammed’in soyuyla kıyaslanamaz; onların nimetlerine ulaşan kişiyle, onlar hiçbir zaman eşit olamaz. Onlar dinin temelidirler, tam inancın direğidirler. İleri giden döner, onlara katılır da yola girer; geri kalan gelir, onlara uyar da murada erer. Onlarındır velâyet hakkının özellikleri elbet, onlardadır vasiyet ve veraset.”

Hz. İmam Ali, Ehl-i Beyt’e tabi olmanın aslında Hz. Peygambere tabi olmak olduğunun özetini yapmıştır. İnancın aslının onlar olduğunu, vasiyet ve verasetin bu olduğunu belirtmiştir.

Hz. İmam Ali: “Buyruk sahibi, boncuk dizilen ipe benzer; boncuklar o ipliğe dizilir; onları, o iplik bir araya getirir. İplik koparsa düzen bozulur, boncuklar dağılır, gider; tam olarak asla dizilemezler.” diyerek hiyerarşik sistemin korunmasının önemini belirtmiştir.

Dede: Görev itibariyle manevi olarak Hz. Muhammed’i temsil eder. Çünkü Evlad-ı Resul’dür. Yani peygamber evladı, sır bilen kimsedir. Cem’de on iki hizmetten biri olan “Dede”lik hizmetini yerine getirir. İyilikleri, güzellikleri temsil eder. İrşat makamıdır. İkrar alan O’dur. Cemi yöneten ve sorunları çözendir. “Mürşid-i Kamil”e verilen ikrarın Allah’a verilmiş sayıldığını bizlere bildiren Kuran’dır. (Fetih suresi 10. ayet)

Dede makamına oturacak kişiler önce kendilerini sorgulamalı, bu değerlere sahip olup olmadığını değerlendirmeli, ondan sonra posta oturmalıdırlar. Çünkü peygamberlik makamı iyiliklerin ve güzelliklerin temsili ve timsalidir. Yüksek ahlakın okuludur.

Peygamber elbisesine bürünmenin adıdır. O elbise nedir? Ahlaktır… Ahlaktır ve yine ahlaktır. Ahlaksız insan hâşâ peygamber evladı da olsa bir anlam ifade etmeyecektir. Çünkü ahlaksızın dini ve imanı olmaz.

Her peygamber evladı dede olamaz. Dedeliğin ilk makamı yüksek ahlaktır, demiştik. Yol’un ehli olacak, yol’un bilgisi ile donanacak, halka karşılıksız hizmeti, hakka hizmet olarak kabul edecek. Bir dedenin sahip olması gereken vasıfları genel anlamda sıralayacak olursak:

  1. Evladı resul (Peygamber soyundan) olmalıdır. Bunu şeceresi ile ispatlayabilmelidir.
  2. Yol-Erkan konusunda kendisini yetiştirmiş olmalıdır ki, inanç eğitimi verebilsin.
  3. Eline, Diline, Beline sahip olmalı, kısaca EDEB’li ve yüksek ahlaklı olmalıdır. Dedeliğin ölçüsü; bilgiden önce, yüksek ahlaktır. Yüce Peygamberimizin yüceliği, ahlak binasının son tuğlası olmasıdır. Ahlaksızın dini de, imanı da olmaz. Ahlaksız okumuş da olsa hükmü yoktur. Ayrıca bu kuralları yaşamına geçirebilmelidir ki; başkalarının yaşamına da ahlaksal olarak yön verebilsin. Çünkü Arifler hem arıdır, hem de arıtıcıdır.
  4. Dede, derin bilgiye ve o bilginin tekâmül etmiş haline sahip olacaktır. O, yolu büyük bir olgunlukla, sevgiyle ve örnek kişiliğiyle taşıyacaktır. Ledün ilminden (Tanrısal ilimler) haberli olacak ve mükemmel bir olgunlukla bunları uygulayacaktır.
  5. Cömert olmalıdır. Gerektiğinde malını Hak yoluna harcayabilmelidir. Arifler alıcı değil vericidir.
  6. Dede, halk tarafından sevilmelidir. İnsan-ı kâmil olmalıdır. Gönül kırmadan, hiddet ve şiddete kapılmadan, halka hizmet etmelidir. O sevgiyle Alevilik bu günlere taşındı. Kişi, bu vasıfları haiz olmazsa, Evladı Resul olsa da, dedeliği caiz değildir.
  7. Allah rızası için kabul ettiği değerleri, dünya’lık temini için terk etmemelidir.
  8. Örnek kişi olmalıdır ki; taliplerde onu örnek alarak kendilerini yönlendirebilsinler. (Hal İlmi)
  9. Bağışlayıcı, affedici ve hoşgörülü olmalıdır.
  10. Ahdine vefalı olmalıdır.
  11. Kararlı ve azimli olmalıdır.
  12. Soylu, ruhen asil ve mert olmalıdır. Çünkü bu vasıflar Ehl-i Beyt’in vasıflarıdır. Özü sözü doğru olmalıdır.
  13. Talibi irşat edebilmelidir. Çünkü Dedelik irşat makamıdır. Yani öğretmenliktir. Dolayısıyla eğitici, aydınlatıcı, yol gösterici ve sorunları çözücü olmalıdır.
  14. Çağın bilgisiyle donanmış bulunmalı, dört kapının ilminden haberli olmalı ve o ilmi yaşamalı, Dört Kapı Kırk Makamı özünde bilmelidir.

Alevilik, dedelerle bu günlere taşınmıştır. Onca zulme, onca çileye ve tarihte eşine az rastlanan bir ezilmişliğe karşı, dipdiri ayakta kalmanın adıdır dedelik. Yolumuzu şerefle, elinde kırık bir sazla, gerektiğinde aç, susuz, köy köy dolaşarak bu günlere taşımanın destanıdır onlar.

Dünya malını ellerinin tersiyle itip inancımızı birlik ve beraberlik içinde, tüm sorunları çözerek, kadı huzuruna göndermeden, ak ve pak bir toplum yaratılmışsa bunda dedelerin payı yadsınamaz.

Bütün talipler Dedenin evlatlarıdırlar. Bu yol, bu masumiyet ve paklıkla bu günlere kadar en şerefli şekilde taşınmıştır. Bir Dede, evladı olarak saydığı taliplerini koruyacak ve sahiplenecektir. Bu nedenle dedenin talibiyle evlenmesi, evladıyla evlenmesi gibi eşdeğerde sayılmış ve reddedilmiştir.

Dede o ailenin parçasıdır. Bunun içindir ki; Dede, talibinin evine gitmiş günlerce evinde kalabilmiş, problemlerini çözmüş, aileyi denetlemiş, barışını sağlayabilmiştir. Lokmasının helal mi, haram mı olduğunu, geçimini namusuyla sağlayıp sağlamadığını, komşuları ile sorunlarının olup olmadığını sorgulayarak yanlış yapan talibi doğru yola çekebilmiştir.

Dede, kısaca yaşama dair tüm sorunları sorgular ve çözer. Bu yüzdendir ki, yüzyıllardır Aleviler, Osmanlı kadısının önüne sorunlarını götürmemiş, kendi içinde halledebilmiştir. Çünkü yola girebilmenin ön koşulu “Rızalık Kapısı”ndan geçmektedir.

Yol; “Razı etmiş ve edilmiş olarak sevgiyle dön Rabbine!” ayetinin tecelli etmiş olduğu yoldur. Bu, yol’un olmazsa olmazıdır. Rızasız lokma yenilmez, cem’e girilmez, toplum içine çıkılmaz.

Bu denetim dedeler vasıtasıyla sağlanacaktır. Her dedenin talibi, her talibin de dedesi bellidir. Bugün şehirlerde karşılaştığımız en büyük sorun dedeler vasıtasıyla yapılmakta olan bu denetimlerin artık yapılamıyor olmasıdır. Denetim kalmayınca sorunlar da başlamış oldu.

Bu sorunların ortadan kalkması, yüzlerce yıldır sorunsuz olarak devam eden yolumuzun eskisi gibi sürdürülebilmesi için dedelerin taliplerini, taliplerinde dedelerini arayıp bulmaları ve görevlerini icra etmeleri gerekmektedir.

Şunu da söylemek gerekir ki her dede çocuğu Dede değildir. Dedelik kurallarını, ahlakını, irfâniyetini taşıyorsa Dede’dir. Hz. Nuh’un eşi ve çocuğu kendisine inanmadıkları için helak olmuşlardır. Demek ki, peygamber evladı olmak, kurtuluşa ermek için yetmiyor. Doğmakla birlikte asıl olan o değerleri taşımak önemlidir.

Dede suç işlerse, O da yargılanacaktır. Çünkü her şeyden önce oda taliptir. O’nun da rehberi, piri, mürşidi vardır. Dolayısı ile oda sürekli gözetim altındadır. Suç işleme keyfiyeti yoktur. Gerek ailesi ve gerekse kendisi, temsil ettiği topluma layık olacaktır.

Dedelik, ayrıcalıklı insan olmak değildir. Elbette ki Hz. Muhammed’in soyundan olmak gurur vericidir. Asıl dedelik bu soya layık olabilmektir. Bu soyun adına leke gelmemesi için bütün hayatını, davranışlarını, aile yaşantısını topluma örnek olacak şekilde düzenlemelidir.

Halka hizmetin Hakka hizmet olduğunu bir an olsun aklından çıkarmadan ve hizmetten asla imtina etmeden büyük bir tevazu ile canların yoluna turab olmasını bilmelidir.

Dede’nin, Hz. Muhammed’in “Ben ilmin şehriyim, Ali Onun kapısıdır.” dediği ilim kapısından ilim şehrine girmiş olması gerekir. Bu ilim ki, temeli Hz. Ali, Ehlibeyt ve 12 imamların öğretisine uygun olmalıdır.

Dede, Kuran-ı Kerim’in Bâtıni yönünü özümsemiş, onu yaşantısına ilke edinmiş ve Ehlibeyt bilincini de kendisine rehber kılmış olmalıdır. Ehlibeytin öğretisini taşıyan, o kutsal emaneti hakkıyla koruyup, sonraki nesillere aktaracak olan dede, bu kutsal emaneti hak etmelidir.

Kur’an’da: “Hayır, Rabbine yemin olsun ki iş, onların sandığı gibi değil. Onlar, aralarında çıkan karmaşık işlerde seni hakem yapıp verdiğin hükümle ilgili olarak, içlerinde hiçbir burukluk duymadan tam bir teslimiyete ulaşmadıkça iman etmiş olamazlar.” diye buyuruyor. (Nisa Suresi, 65) Dedelerin görevlerini layıkıyla yapabilmeleri için bu ayet gereği taliplerinde sıdkı sadakatle teslim olması gerekmektedir.